hesabın var mı? giriş yap

  • budur. halk en azından aldığı ürünün üstünde nasıl duracağını görür. hayal değil, gerçek...

  • yönetmenliğini lee ısaac chung'un yaptığı, oyuncu kadrosunda steven yeun, yeri han, alan kim, noel kate cho ve yuh-jung youn'un yer aldığı film.

    dünya prömiyerini 16. sundance film festivali'nde yapan film, burada "jüri büyük ödülü" ve "seyirci ödülü"nü kazanmıştı.

    henüz çocuk yaşta ailesiyle birlikte kore'den arkansas'a göç eden lee ısaac chung'un kendi deneyimlerinden yola çıkarak senaryosunu kaleme aldığı film, koreli göçmenlerin amerika'da yeni bir yaşam kurmak için verdiği mücadeleye ışık tutuyor. 1980'lerde geçen film, amerikan rüyasının büyüsüne kapılan genç bir insanın, ailesiyle birlikte kore'den arkansas'a göç etmesini anlatıyor.

  • amed kürtçe değildir. bizansın diyarbakır şehrine verdiği isim olan amida'dan gelmektedir. diyarbakır ise diyar-ı bekr'den türemiştir. buraya yerleşen arap kabilesi bekrler sebebiyle doğu halkları bu şehre diyarbekir derler.

    bazı lümpenlerin farklılıklarını belirtmek için ne yapacaklarını şaşırdıklarından dolayı, tıpkı pekaka-pekeke, nevruz-newroz gibi kendilerine sahte sembol üretmek isteyen andavallılar, cumhuriyet zamanı, ismi diyarbakır olarak değişen şehre önce diyarbekir demek için diretmişler, bu ismin tarihçesi de kürt milliyetçilerini rahatsız ettiği için (öyle arap marap ters işler bunlar) bizansın kullandığı ismi tarihin tozlu yapraklarından çıkartıp kendilerine sembol olarak seçmişlerdir.

    kürt halkı da dahil olmak üzere bölgenin yerel halkı hiçbir zaman şehri amida olarak bilmemiştir. kaldı ki, diyarbakırı hint-aryan kavmi olan kürtler değil sami kökenli kavimler kurmuştur. kürtlerin iran üstünden buraya göçmeleri çok sonraya denk gelir. eee, peki neden o zaman ?

    küçük bir tüyo amida'nın kökeni neyse pkk'nın kökeni de orasıdır. işte o yüzden !

  • hakkaten çok yerinde bir kaç tespit ve eleştiri var reklamla ilgili. tek başlık altında toplayabiliriz: cihangir solcusuna hitap ediyor.

    vay amk neymiş bu cihangir solcusu ya, herkes herkese diyor ama kimse alınmıyor üstüne. hadi neyse. peki cihangir solcusundan oy almasınlar mı? yutub'a koydukları reklamla erzincan kemah köyüne mi hitap etsinler? o değil sen kendini ne sanıyon, torna işçisi misin, çukurova'da pamuk mu topluyorsun, yozgat'ta çiftçi misin allahın günü internettesin yarrağıma bak ya? sensin olm cihangir solcusu. sana hitap ediyor reklam. o yüzden kime hitap ettiğini şıp diye anlayıp adını koyabiliyorsun. reklamı yutuba koymuşlar, bizim cin gibi "gerçek solcular" hitap ettiği kitleyi beğenmiyor. hey allahım.

  • arkadaş sınavı filan boşverdim, ulan adam sınavdan çıkarken verilen silgi-kalemtraş ve kalemleri çöpe atıyor, ve sınav gözetmeni olan hocada bunu çöpten topluyor. hoca ya söyledim, " ihiyacı olan vardır benimkileride alın" diye, adam "kalemi olmayan öğrencilerim oluyor onlara dağıtıyorum yıl içinde" dedi.

    bi tarafta şerefsiz-ler- sırf bedava olduğu için çöpe atar verilenleri, bir taraftada başkasının çocuğu kalemsiz silgisiz olduğu için bir öğretmen bunları çöpten toplar. işte memleketin hali....

  • insan gerçekten garip bir canlı. nbc’nin sözüydü galiba “insanın evrendeki tüm karmaşadan daha karmaşık bir yapıya sahip olduğuna inanıyorum” demişti.

    royal british awards ha... cem yılmaz’ın diamond elite plus platiniumu gibi.

    sıradan bir oyuncu ama eminim sinema tarihine iz bıraktığını, çığır açtığını falan düşünüyor engin.

    salak bir adam olduğu için değil, insan olduğu için. çevrendeki herkes sana olduğundan fazlası gibi davranırsa, sen de inanıyorsun mecburen. bir insta postunun altına binlerce urdu dilinde yorum gelince, pakistan’da tanrı olduğunu bile düşünürsün.

    bu adam kalkıp pakistan’a gidiyor, 525 bin dolar alacağına inanıyor, üç gün pakistan gezintisi, hop iş tamam diyor. ulan ben geçen robert de niro’yu show haberde gördüm. hem de ingilizce bilmeyen bir muhabirle konuşuyordu. engin sana pakistan’a gittin diye kim 525 bin dolar verecek.

    doğal olarak bi tiktokçunun reklamını yapmakla kalıyor pakistan gezisi. 3,238 km pakistan türkiye arası. engin elinde zavallı bir yavru kaplanla poz veriyor.

    sonra kalkıyor, ingiltere’ye uçuyor, british royal awards için... gören sanar ki aslan yürekli richard’dan beri veriliyor ödül. ama ingiltere’de restoran işleten pakistanlı çıkıyor işin içinden. restoranının reklamını yaptırıyor ucuza. 3,938 km ingiltere türkiye arası. teneke bir ödül de cabası.

    orhan pamuk’a sallayan ibneler, oğlum düşünün adam gerçek nobel aldı lan. hem de isveçliler verdi, pakistanlı aşçılar değil.

    hülasa 5 sezon ağır çekimde tepük atarak olmuyor bu işler. o ödüller, saygınlıklar falan; “abi türk dizileri pakistan’da çoğ seviliyo mk” sonucunda geliyorsa kuşkulanacaksın. pakistan’ı üzerine ektikleri salatalık ciddiye almıyo ama işte insan garip bir canlı dedik. inanmak istiyor. içinde bir şey fısıldayıp duruyor sürekli. ercan kesal’ın nasipse adayız filmi gibi. engin altan da aynı şeye inanıyor. dünya kendi etrafında dönüyor. kmlerce gidiyor bunun için. bakalım sırada ne var? hangi üç orta doğulu yan yana gelip engin altan’a ödül verecek.

    edit: entrye referans haberler (bkz: engin altan düzyatan'ın 525 bin usd dolandırılması)

    yavru aslanlı poz. (hayvan istismarı içerir.)

    verilen ödül düğün salonunda yemek çıktı & sözde ödül törenine imza atan şirketin istanbul zeytinburnu’nda olduğu ortaya çıktı.

  • şimdi burada çok güzel çemkirmişsiniz ya kızlara "hiçbiri böyle değil" diye,

    he benim canlarım, şimdi söyleyin bakalım, erkek tarafı olarak sizde "düğün istemiyoruz" dediğinizde kalpten gitmeyecek ana-baba var mı?

    kız orada çıksa "ben sadece nikah istiyorum" dese o kayınvalide-kayınbaba onu oracıkta paralar, "modernlik de bir yere kadar(!), ben oğlumun düğününde göbek atamayacak mıyım yelloz!" diye anasından emdiği sütü burnundan getirirler o kızın.

    demedi demeyin, bence siz önce bir kendi anne babanızı yoklayın. sonra hem böyle bir kız bulur, hem de kızcağız istemediği halde "ama selma, annemi babamı kıramam ben tağam mı?" pısırıklığı noktasında kalırsanız, o kız da uçar gider elinizden.

    not: evladının tercihlerine saygılı olan anne-babaları tenzih ederim. lakin türkiye sınırlarında çok bol bulunan bir maden olduğunu düşünmüyorum.

  • olay aslında 30 yaş değil, yetişkin olduktan sonra bu faaliyete girişilmesi hadisesi. başlık piyano kapsamından da genişletilebilir, tüm müzik aletleri, hatta tüm hobiler bu kapsama girebilir, dil öğrenmek bile. karşı çıkacaklara saygı duymakla birlikte, öyle kursla, youtube videolarıyla falan da olacak iş değildir hiçbir hobi, bana göre. elbette bir şeyler öğrenilir ancak gerçek manada uygulama için bu yola hem madden, hem manen, bir bütün olarak girmek gerekir. bana göre hobi, karşılık beklemeksizin ve uğruna ciddi paralar harcanabilecek keyif veren aktivitelerdir. piyano çalma taahhüdü de bu kapsamda kabul edilmekte midir? önce bu büyük sorunsalın zihinde yanıtlanmış olması gerekir. çünkü tam manasıyla yetişkinken piyanoya başlamak, hayata dair büyük bir taahhüttür, ciddi bir iştir, hakiki bir yaşam felsefesidir.

    piyano çalmaya ciddi baş koymuş yetişkin insanlardan biri de benim, ama çıkıp şunu bunu çaldım diye kafa ütülemeyeceğim; bilakis kafamdaki sorunsalları nasıl aştığımı kendi bilgi birikimim çerçevesinde buraya yazacağım. ben bu sorgulamaların hepsini bu yola çıkmadan önce yaptığım için, bu başlıkta kimilerine faydası olacağını düşünüyorum, zira benim de sıklıkla uğradığım bir başlık olmuştu vaktiyle. ve bu görüşleri de kendi kıçımdan uydurmadım tabii, örneğin üniversitesinde piyano okumuş safkan alman bir yakınıma konu hakkında, piyanoya başlamadan önce danışmıştım. haricinde zaten yıllardır içimde olan bir istekti, ta gezi olaylarında otellerin hollerinde yerlerde yatarken, lobilerde çalınan piyanoların harika sesleriyle uyandığım günlere kadar, hatta daha da eskilere kadar gider bu istek.

    yukarıda bahsi geçen alman yakınıma konuyu açtığımda, bana bizzat şu cevabı vermişti: eğer her gün çalışacaksan, başla. hiç değilse, çalışamıyorsan bile günde 5 dakikanı ayır ve başına otur. bu işin kritik noktası her gün en az yarım saat, bir saat çalışmaktan geçer. öbür türlü hiçbir anlamı olmaz ve vakit kaybı olur. ama piyanoyu zoraki bir mesai olarak da görme, onu severek çaldığını da hiçbir zaman unutma. bu bir hobi ve ondan keyif almak için onu çalıyoruz. ve mutlaka iyi bir hoca tut. ben 30-35 yıldır çalıyorum, okulunu okudum, almak zorunda değilim ama halen ordinaryus profesör birinden ders alıyorum, müthiş keyifli.

    sonrasında ben de çok araştırdım. özellikle fazıl say'ın tüm röportajlarını dinledim. mesela bizzat fazıl say'ın ağzından, bir eseri konser performansında çalabilmek için 200 kere tekrar etmenin gerekebildiğini (evet, yazıyla iki yüz), piyanonun çok sesli bir orkestra olduğunu, caz için bile temelde klasik eserlerle başlanması gerektiğini dinledim. röportajların hepsi youtube'da mevcut.

    haricinde yine youtube üzerinden envai çeşit yüksek takipçili kanalların, piyanistlerin piyanoya başlayanlar için tavsiyelerini araştırdım. hiçbirinde öyle kısa yoldan bu işi öğrenmek gibi bir mevzu yok. herkes "çalışabildiğin kadar çalış" diyor özetle. bu iş, zamana yayılan bir hadise olduğu için, ne kadar erken başlanırsa da o kadar iyi. elin veledi 5 yaşında başlayıp 30 yaşına geldiğinde, 25 yıllık bir piyano geçmişi oluyor. 30 yaşında biri sıfırdan piyanoya başladığında, tecrübesi sıfır ve o açığı bir şekilde kapatmak zorunda. fakat 30 yaşında başlayan biri 50 yaşına geldiğinde de, 20 yıllık bir piyano tecrübesi olacak. bırak 20 yılı, 3-5 yılda bile, sıkı çalışmayla, piyanoyu ağlatırsın. müthiş değil mi?

    buradan da 19. yüzyılda yaşamış charles louis hanon'a geleceğim (bkz: hanon). hanon, yazmış olduğu "the virtuoso pianist" adlı eserinde, o meşhur 60 pratikten önce, aslında kitabına harika bir giriş yazısı yazmıştır (bkz: preface). ancak her nedense, birçok hanon kitabına veya pdf'ine doğrudan part 1 ile başlanır ve hanon abimizin giriş bölümündeki o güzide tavsiyelerini kimse bilmemektedir, yahut sallamamaktadır. oysa hanon, o bölümün bir kısmında şunları söyler:

    --- spoiler ---

    piyano çalmaya başlayan kişinin, her zorluktaki bir parçayı çalması için 8 ila 10 sene boyunca piyano çalışması gerekir. bugünlerde, çok az kişi bu kadar vaktini buna ayırmaktadır!

    (...) yeteri kadar pratik yapmaya vakit bulamayan öğrenciler ve hocalar, sadece bu egzersizleri birkaç saat tekrar ederek parmaklarını eski seviyesine getirebilirler

    --- spoiler ---

    1800'lerde bile insanın piyano çalmaya vakti olamayabiliyormuş demek ki. bugünkü gibi piyanoya ulaşmak da, o dönemde mümkün değildi zira. piyanonun 1600-1700'lerde harpsichord'dan bugünkü haline benzer bir hale geldiğini, sonrasında da ciddi proseslerden geçtiği düşünüldüğünde, bugünkü modern insanın piyano almaya maddi olarak çok daha fazla imkanı olduğunu söylemek mümkündür. ayrıca piyano tarihi de çok ilginçtir. benim bu konuda kendi kendime sorduğum ilk soru şu olmuştu: yani piyano nasıl bulunmuş olabilir? (bkz: bartolomeo cristofori)

    gereksiz bir anekdot daha ekleyeyim: cristofori piyanoyu icat ettiğinde, bir örneği bach'a gitmiş. bach da "bu ne lan" diyip, "şuralarına şunu ekleyin, bunu yapın" diyip salmış piyanoyu. (bkz: lol)

    her neyse, hanon'un giriş yazısının tamamı: ilk sayfa, ikinci sayfa

    *

    lafı daha fazla uzatmayıp şuraya geleceğim ve yazıyı bitireceğim:

    yetişkin bir insanın akıl sağlığı yerindeyse, iradesi vardır. o nedenle yetişkin bir insanın piyanoya başlaması hadisesi, ihtiyaridir, zoraki değildir. kişi bir tercih yapmıştır. alternatif maliyetleri olacaktır. bu maliyetler göze alınmalıdır. başlı başına piyanonun kendisi pahalı bir enstrüman olmuştur. hocası ve harcanan saatler göz önüne alındığında, piyano ciddi bir emek işidir.

    fakat çıkılan bu kutlu yolda, piyano çalmanın zorluğu fark edilince bu nadide enstrüman 1-2 ayda bırakılabilmekte. oysa işin kolay yolları var. sağ el ayrı, sol el ayrı, sonra birlikte çalışma gibi. nitekim hocayla çalışmanın önemi de burada devreye girer. bilek ağrılarını bertaraf eden yine hocanın bizatihi tecrübesi ve tavsiyesi olacaktır örneğin.

    valla bıraksalar sabaha kadar piyano hakkında yazarım ama bir noktada bitmesi gerek. o nedenle, gerek hanon'un, gerek ise diğer tüm sanatçıların, hocaların vb. dediği gibi, eğer günde en az 1 saat pratik yapma taahhüdüne girilemiyorsa, o zaman piyano hoş bir anı olarak tarihte yerini alacaktır. fakat piyano öylesine adil bir alettir ki, siz ona ne verirseniz o da size onu geri verir. kayırmacılık yoktur, herkes eşittir. ne kadar ekmek, o kadar köftedir. çok çalışan hızlı ilerler, az çalışan "zor" bahanesiyle piyanoyu bırakır. hatta ve hatta çalışmalar ilerledikçe 1 saatin dahi yetmediği görülecektir. fazıl say, bir röportajında günde 14 saati bulan çalışmaları olduğunu söylemiştir. keza günde 6 saat çalışmayı övünçle sosyal medyadan paylaşan piyanistler olduğu gibi, bu işi bizler gibi belirli yaşa gelmiş insanlar bakımından günlük 2-3 saat olarak belirlemek mümkündür. elbette motivasyon kayıpları olacaktır, elbette "yok lan benden olmaz" düşünceleri zihinde dolanacaktır. ama onların hepsi geçicidir, yılmayıp, çalışmaya devam edilmelidir. bu kapsamda youtube'da sıfırdan başlayıp 1 senede, 2 senede nereden nereye gelindiğini gösteren videolar çok faydalı olacaktır.

    2-3 aylık basit egzersizler akabinde, şöyle bir satie gnosienne no. 1 çalmak, yüzdeki o sinsi gülümsemeyi doruk noktalarına ulaştıracaktır. emin olabilirsiniz.

    yeterince uzun yazdıysam, şimdi dağılabilirim.

    yakın zaman içerisinde kuyruklu piyano hakkında da yazacağım.

    fakat şimdilik bunu önerebilirim: (bkz: dijital piyano/@dragonlady)

    yaşasın #40hoursofpractice