hesabın var mı? giriş yap

  • adam canlı yayında milletin ağzına 35 cm'lik büfe tipi salamı iteleyerek soktu, böyle konularda hayatta sırtı yere gelmez.

  • ''eğer ki o diploma olsaydı; akp liler profil resmi yapar, havuz medyası çarşaf çarşaf yayınlar, yetmez diploma-i şerif diye ziyarete açarlardı''

  • egitilmemis ve nota bilgisi olmayan kisilerde de bulunabilen, dogustan gelebilecegi gibi sonradan da kazanilabilen ya da gelistirilebilen, ama asla tam anlamiyla kusursuz sonuc veremeyecek olan duyum ve ses algilama, karsilastirma yetenegi.
    bu yetenege sahip kisi, seslerin birbirine olan uyumuna ve araliklara bakarak, aralarindaki detonasyonu anlayabilir. senfonik eserlerdeki solo keman sesi istisnasiz detone olacagindan, bu yetenege sahip kisiler sadece birkac virtuozun kayitlarini dinleyebilir. hatta onlardaki detonasyonu bile farkederler. bu yuzden aslinda dinleyici olarak mutlak kulaga sahip olmak rahatsiz edici bir durumdur.*
    referans olmadan tonu saptamak ise ayri bir olaydir. yine mutlak kulak gerektirir, ancak bunu yapabilmek icin ayrica ciddi muzik egitimi almis olmak ve en azindan bir notayi (bkz: la) kafaya kazimis olmak gerekir. bircok kisi aslinda mutlak kulak sahibidir, ancak muzik egitimi almamis olanlarda bunun farkedilmesi zordur ve muzik egitimi alan insanlarin buyuk bolumu bu yetenegi kazanir. ancak referans olmadan frekansi ya da tonu saptayabilmek daha zor bir beceri oldugundan, aslinda yanlis olmasina ragmen bu tanim hep o ozellige de sahip olanlari tanimlamak icin kullanilir. hatta muzikle ilgili onemli isler yaptigi dusunulen herkese bu yetenek yakistirilir. oysa ne sanildigi kadar az bulunur, ne de sanildigi gibi her onemli muzisyende...

    bu arada akbil sinyalinin 4'lu ya da tam aralik oldugunu anlamanin mutlak kulakla hicbir ilgisi yoktur.

  • bu yemeğin ismi gerçekten de almanya'nın hamburg şehrinden geliyormuş ya.

    "hamburger" terimi, kıyma veya kıymadan yapılan yemeklerin üretilmesi ve yaygınlaştırılması geçmişine sahip olan almanya'nın hamburg şehrinden türetilmiştir.

    19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında alman göçmenler, et yemekleri de dahil olmak üzere kendi mutfak geleneklerini amerika birleşik devletleri'ne getirdiler. baharatla tatlandırılan ve sıklıkla soğan ve ekmekle servis edilen hamburg usulü dana köftesi, amerika birleşik devletleri'nde, özellikle de new york şehrinde popülerlik kazandı. zamanla bu sandviç gelişti ve sonunda "hamburger" olarak bilinmeye başladı.

    adı hamburg'dan gelse de bildiğimiz modern hamburger, esasında amerika birleşik devletleri'nde çeşitli şekillerde uyarlandı ve geliştirildi. dünyada farklı yerlerde, farklı yorumları da yapıldı elbet...

    kaynak

  • israfin bir yasam tarzi oldugu okyanus otesi bir memlekette, is cikisi igne atsan yere dusmeyecek telasli kalabaliklarin arasinda yururken gozune ilisen, yolun ortasina atilmis bir parca ekmegi iliklerine islemis bin yillik bir terbiyenin etkisiyle egilip ayaklar altindan alan ve vefali bir hurmetle bir kenara koyan birisi varsa emin olun o turktur. siz de bu derin kulturun varisleri olarak, o bereketli topraklarda yasamis ve medfun ecdadinizin ervahina bir fatiha gonderir ve memleket insaninin kadrini daha bir iyi anlarsiniz bu uzak ulkelerde..

  • benim için ilkokul yıllarında yapılmış olan harekettir.
    bir sürü kitabım vardı, hocalar ciltlememizi istedi, nasıl yapıcam edicem diye düşünürken babama da anlatmıştım durumu. sabah kalktığımda bir de ne göreyim babam hepsini ciltlemiş, tek tek defterleri bile. çocuk aklımla çiftçi babamın ciltleme işinden anlamayacağını düşünmüştüm. nerden bilsin diye düşündüm. o kadar temiz ve nizami ciltlemişti ki şok olmuştum. çok düzenli, tertipli, her şeyi not alan ama okuyamamış bir adam babam. o kadar eğitim aldık halen onun düzenine tertibine yetişemedim, bazı şeyler eğitimle olmuyor. kendi okuyamadı belki ama küçücük evinden iki öğretmen bir avukat çıktı. canım babam.

  • roma ziyaretinde hayatinin tekduzeliginden bikip kacan bir prensesle amerikali bir gazetecinin bir gunlugune kesisen hayatlarini anlatan 1953 tarihli film. ikisi de birbirlerinden kimliklerini saklarlar, yani "iki yalanci"nin hikayesidir. prenses ann rolunde audrey hepburn, gazeteci joe bradley rolunde de gregory peck vardir. yani bana gore gelmis gecmis en guzel iki insani bir araya getirmistir bu film. zaten ikili arasinda omur boyu surecek bir dostlugun baslangici olur.

    ilk ve tek oscar'ini kazandirmasi bir yana, audrey hepburn'un ilk ciddi filmidir. oncesinde en uzun rolu iki cumle olmus. ayrica audrey hepburn'u dunyaya tanitan, yildiz yapan da bu filmdir. bu yonden cok minnettarim ben bu filmi yapanlara.
    konusunu gercek bir hikayeden; prenses margareth'in yasadigi kisa bir maceradan alir.
    roma'ya gidip de "roman holiday" espirisi yapmamak ayiptir, yaziktir.